CEHENNEMİ SATIN ALAN ADAM

e1fa67_d2ef06c918bd418ab63d868b5a9f1d7b

İnsan oğlu Annesini, Babasını ve Kardeşlerini seçme hakkına sahip değildir. Bir döngünün sonucu olarak dünyaya geliriz.

Irkını, rengini de seçme şansıda yoktur. O da yine bir döngünün sonucu siz doğmadan belirlenir.

Fakat din, inanç öylemidir.

Müslüman bir ülkede doğmuş iseniz muhtemelen Müslüman olarak dünyaya göz açacaksınız, Yada Hıristiyan bir ülkede doğmuş iseniz Hıristiyan, İsrail gibi bir ülkede doğmuş iseniz Musevi olacağınız kesin gibidir. Belki farklı inançların yoğun olduğu bir yerde doğmuş iseniz Hindu yada Budizm’i benimsemiş olarak dünyaya bakıyor olabilirdiniz.

Araştırmalara göre insanların neredeyse %98’i doğduğu dinde hayatını son bulmaktadır. Çok azı Ateist yada Deizm yani dinleri red eden sadece tanrıya inanan insan olarak fikir değiştirmektedir. Dinden dine geçiş sanıldığı kadar çok değildir. Aksine yok denecek kadar azdır.

Her dinin, inancın kendine özgü kendine inananları bir arada tutma yöntemleri vardır. Üç büyük dinde Tanrı / Allah korkusu ile Cennet ve cehennem korkusu ön planda tutuluyor.

Bir kitaba dayalı olmayan inançlarda da bir Yaradanın olduğu hep kabul ediliyor. Bu aslında tüm inançların ortak olan tek noktası bir Yaradanın olduğu. Diğer ortak olan noktalar ise tüm inançlar insanların iyiliğini düşünmesidir. Hiçbir inanç / din insanların kötülüğüne dair bilgi yoktur. Sonuç hep iyi insan olma Yaradana layık insan olma yolunda olmadır.

Peki insanların iyi insan olması için inançların korkutması gereklimidir. Sizleri çok güzel bir anektod ile baş başa bırakıyorum.

Bildiğiniz üzere yüzyıllar önce kiliseler cennetten topraklar satıyorlardı. Cahil halk ise ölünce cennette yerimiz hazır olsun diye bu oyuna alet oluyor böylece papazlar ve kilise zenginleşiyordu.
Ancak herkes öyle değildi. Bunun bir kandırmaca olduğunu, cennetten toprak satın alınamayacağını söyleyen Martin Luther mahkemeye çıkarılmıştı.

Yargı, o zamanlar da dini kullananların elinde oyuncaktı. Duruşma sırasında Martin yargıçlara seslendi;
“Milleti cehennemle korkutup, cenneti para karşılığı satıyorsunuz. Sıkıysa cehennemi satsanız ya? ”
Yargıçlardan biri “Cehennemi kim alır ki?” dedi.
Martin Luther “ben alıyorum, neyse parası vereyim”
Yargıçlar cehennemi Martin’e bedava verdiler!
Duruşma sonunda Martin kapının önüne çıktı ve duruşma sonucunu merak eden binlerce kişiye
Cehennemi satın aldım, benimdir. Bundan sonra oraya kimseyi almayacağım, korkmayın” demişti.
Cehennem korkusu kaybolan halk böylece kilise baskısından kurtulmuştu. Bundan sonra halk özgür beyinlere sahip olmaya başlamış ve Almanya aydınlanması 500 yıl önce başlamış oldu.”

Fedai Çakır

06.09.2014, İstanbul

 

 

Sevmekten kaçar mı? İNSAN

e1fa67_200fbe881d22436cacba102709331340

Korkularım var benim.

Bir kadın hayatımda olmalı mı? Sorusu ile başlar korkularım.

Tüm korkularımı çarpsan, bölsen, çıkartsan, toplasan sonuç aynıdır: Mutsuzluğa çıkar.

Ölü Ozanlar derneği filminde ki şu replik ne de güzel anlatıyor hayatı.

”İnsan, insan ırkının bir üyesi olduğu için şiir okur ve insan ırkı tutkuyla doludur! Tıp, hukuk, bankacılık, bunlar hayatı devam ettirmek için gereklidir..
Ama şiir, aşk, sevgi, güzellik… Bunlar da bizim yaşama nedenlerimiz!”

Hem yalnızlıktan şikayet edeceksin hem de sevmeye korkacaksın. Hem seveyim diyeceksin hem de seni seven kadınlardan köşe bucak kaçacaksın.

Bir kadını sevmek okyanusta kulaç atmak gibi olmamalı, kulaçların sonunda insanın tutunabileceği bir yer olmalı, sevginin bedelini boğularak ödememeli insan.

Sevgi karşında ki insanın kişiliğini yok etmek için silah olarak kullanılmamalı.

Tamam bencildir sevgi, ister ki hep ben olayım. Bir gün ben olmak yalnızlık olarak insanın ruhunun derinliklerine geri döner.

İşte tam da orada başlar tekrar mutsuzluklar ve umutsuzluklar.

İsterim ki yalnızca beni ben olduğum kadar sev, ben, ben iken mutluyum…

Şiir, aşk, sevgi, güzellik her daim sizlerle olsun…

 

Fedai Çakır

16 Ağustos 2014, İstanbul

 

 

HİÇ EL ÖPMEDİM

e1fa67_7a9b7cd54602433199290f31dd7d9b61

Bu bayram hiç el öpmediğimi fark ettim.

Dört kardeşin en küçüğü olarak dünyaya geldim. Küçük olanlar bilir bayramlar da el öpmekten kusarsınız sürekli öpmeniz için uzanan eller olur.

Küçük olarak doğup da el öpmeden gına gelen ben, el öpmedim diye hayıflanacağım hiç aklıma gelmemişti.

Küçük doğuluyor ama küçük kalınmıyor, yaş ilerledikçe büyükleri birer birer kaybetmeye başlıyorsunuz. Bir bakmışsınız ki siz büyük olmuşsunuz.

Yapı itibarı ile büyümeye karşı olan yanım ile direniyorum adeta yaş almaya. Yeğenlerim abi diye hitap eder ve hiç elimi öpmezler. Hal böyle olunca ben hep el öpen olarak kalacağım sanırım.

Bu bayram sadece ağabeyime gidebildim o da zaten elini öptürmez. Biz abi kardeşten çok yakın iki dost arkadaş olarak büyüdük. Çocukluğumuzda öyle geçti halende öyleyiz.

Anne ve baba da hayatta olamayınca, amcalar dayılar da vefat edince el öpecek pek de kimse kalmıyor, bir de buna büyük şehrin yalnızlaşmış komşuluk ilişkileri eklenince el öpecek komşu da olmuyor.

Birkaç büyüğümü telefonla aradım ellerini öptüğümü söyledim ama gerçek el öpmenin yerini elbette tutmuyor.

Ne güzeldir aslında bilen için el öpmek, ne güzeldir aslında “El öpenin çok olsun evladım” diyen dudaklar.

Sol yanımın özlediği büyüklerim var benim, Ben bu bayram hiç el öpmedim/öpemedim…

Fedai Çakır

31 temmuz 2014, İstanbul

SON ÇARE DEĞİL İLK ÇARE: Kızı Kaçır

e1fa67_8541819bc0ec4b37ba95ffcc1b454af8

Babamlar 8 kardeşlerdi..

4 erkek 4 kız.

Bu hikayem erkekleri anlatıyor.

Abey amcam en büyükleri. Adı Mehmet ama ona hepimiz abey amca deriz, hatta bazen adı neydi diye birbirimize sorar güleriz de.

Abey amcam Şaziye yengemi kaçırarak evlenmiş,

Sonra Babam annemi kaçırmış,

Mustafa amcam bütün aileyi karşınsa almış daha önce evlenmiş ayrılmış dul Zeynep yengemi kaçırmış,

Kadir amcam ise Fadime yengemi kaçırmış.

Hepside mutlu çocuklu aileler olmuş.

Mustafa amcam dışında hepsi vefat etti.

Ama evlilik de bıraktıkları formül hep biz sülalenin erkeklerinde kaldı.

Koca sülalede hiç boşanan erkek yok, gelinler çok şanslı yani.

Bir ben çıkmışım farklı, benle her şeyin ilkini yaşadı sülalem.

Konu dağılmasın Dallas dizisini izlediğim bir gece ablam kocaya kaçtı. Oda mutlu ve çocuklu..

Kaçmada mı keramet ne dersiniz?

Kaçmada mı keramet bilinmez ama son yıllar da boşanmaların artışında ki fazlalık herkesin gözünden kaçmıyordur.

İki genç insanın bir araya gelip yuva kurması eskisi kadar kolay değil. Eğer ailenin yapısı çok da fazla destek olmaya müsait değil ise bu evlilik olayı kabusa dönebiliyor.

Şöyle bir bakalım etrafınızda ki yeni evlenen çiftlere, yada kendi evliliğinizi gözünüzün önüne getirin.

Kız tarafı her zaman naz tarafı diyerek nedense kızın anne babası olmasa da teyzesi halası v.s den oluşan bir anlaşmış ekip hep beraber erkek tarafına saldırır. Sözlü ve maddi kayıplar oluşturmaya çalışır.

Erkek tarafı gelen saldırlar karşısında boş durmaz halalar, amcalar teyzeler, altta kalmamaya çalışır lakin çıkacak paraya hiç karışmazlar ve harcama da ise ilk sırada yer alırlar.

Düğün yapılacaksa salon yemekli falan diye damadı düşünmeden başlarlar sanki kendi evlenecek gibi yer mekan seçmeye, erkek tarafının beğendiği yeri kız tarafı, kız tarafının beğendiği yeri ise erkek tarafı nedense hiçbir zaman beğenemez.

Ev eşyası düzülecektir. Damat ve gelin oturmayacak sanki anneler babalar, kardeşler, evde varsa başka gelinler yada damatlar kendileri oturacak gibi koltuk beğenmecelere başlarlar.

Beyaz eşya aman bir kere alınıyor diyerek 2-3 bin TL’ye ev kurulacakken 10-15 bin TL’ye özelliğini bile bilmedikleri Televizyonlar, buzdolapları, çamaşır makinelerine bakılır ve alınması için baskılar yapılır.

Bu olaylar olurken birbirine aşık olan iki genç neredeyse ayrılma noktasına gelirler ve tekrar barışırlar.

Yine ortamı yıkan, geren ailelerdir ve bir araya da gelmesi için de sözde yardımda onlardan gelir.

Toparlayıp saymadığımız harcamalarda çabası. Boşa giden harcamalar.

Boşa alınan pijamalar, terlikler, mendiller gibi bir yığın masrafla oluşan çeyiz bohçaları.

Düğün salonunun en çafçaflısı mümkünse yemekli olması,

Fotoğraf ve arabanın süslenmesi, bahşişler v.s

Hava atılacak diye iki aile arasında yaşanan bir çok komik maddi çekişmelerle alınan gelinlikler ve damatlıklar.

Son söz: Pişman olmayacağınız tek harcamanız eşiniz olacak kıza aldığınız gelinliktir.

Gelinliğin en güzelini alın ve en ufak harcama ile evinizi kurun. Tatile gitmeye paranız kalsın. İlk üç yıl çocuk yapmayın ve yaşayın doya doya. Sonramı.

Mümkünse yukarıda ki olayları yaşamamak için kızı kaçırın … Basın nikahı..  Bakın daha uzun ömürlü bir evliliğiniz olacak.

 

Not: umuyorum.

 

Fedai çakır

21 Temmuz 2014, İstanbul

OSMANLI’DAN IMF’YE BORÇ BATAĞI

e1fa67_150e3389e5e7463facf4ccc017886e7a

Bazı kesiminler Uzun Adam diye tabir ettiği ve ülkemizi son 12 yıldır yöneten Başbakanımızın, meydanlarda IMF’e olan borçlarımızı ödediğini söylediğinden beri nedir bu IMF ve neden borçluyduk bugüne kadar merak edenlerin okuması için bu makaleyi kaleme alayım dedim.

Viyana kapılarına dayanan Osmanlı İmparatorluğunun mali durumu hiç de parlak değildi. Hele de Karlofça Antlaşması  anlaşması ile topraklarını kaybetmeyen koca imparatorluk bir takım vergisel tedbirler almış vergileri artırmıştır. Özellikle toprağı işleyip gelir elde eden çiftçiler bu vergi yükü altında ezilmiş ve çiftçiliği bırakıp büyük kentlere göç etmeye başlamıştır.

Halktan toplanan altın ve gümüşler olmuş yetmemiş ilk evrak ile yine esnaf ve halktan paralar toplanmış bunlarda yeterli olmamıştır. Osmanlının olmayan ekonomisi, kaybedilen topraklar ve tarımdaki insan kayıpları derken sonun başlangıcı da görülmüştür.

Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinen ilk dış borç’u 1854 yılında Kırım Savaşı başlangıcı’nda İngiltere’den 200.000 Sterlindir. İşte o gün bu gün derken borçlar alınıp verilmiş ama daha çok alınmış verilememiştir.

Kurtuluş savaşını kazanan bu millet Osmanlının borcundan kurtulamamıştır. Galip devletler Osmanlının borçlarını Osmanlı topraklarında olan devletlere böldüklerini iddia ederek Türkiye Cumhuriyetine borcun %67’sini dayatmışlardır. Bu borç öyle böyle bir borç değildir. Tüm ülkenin gayri safi gelirinin %65’ine denk gelmektedir. Bugünkü duruma göre ülkemizin bu borcu yaklaşık 500 milyar dolardır. Hemen burada o günkü bilinen rakamı da verelim. 107,5 milyon altın Osmanlı Lirasıdır.

Borcun artmadan önceki durumunu da yazalım ki karşılaştırma yapabilesiniz. 1914 yılında savaş patlak verdiğinde Osmanlı Devleti’nin dış borcu kısa vadeli borçlar hariç 156,4 milyon Osmanlı Lirası’dır. (142 milyon sterlin).

Lozan anlaşmasıyla yeni kurulan bir ülkenin yokluklar içinde birde çok büyük borç yükünü kabul etmesiyle yeni bir süreç başlar.

Bu borçları Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti 1954 yılına kadar öder ve bitirir. Üstelik de dünyada yaşanan ekonomik krize rağmen. Bu arada birçok yabancıların elinde olan başta demir yolları, limanlar, fabrikalar satın alınarak millileştirilir. Bankalar kurulur, Uçak fabrikası başta olmak üzere bir çok fabrikalar kurulur, halk’a toprak dağıtılarak yeniden çiftçilik yapılması sağlanır.

Çok kısa bir zamanda yapılanlar yazmaya kalkarsak ayrı bir makale olur. Tarih bir yere gitmiyor araştırın ve mucizeye şahit olun.

Türkiye cumhuriyeti Osmanlı devletinden kalan borçların etkisiyle dış borçlanma konusunda da temkinli davranır. Bununla birlikte Türkiye cumhuriyeti dış borçlanmaya iç borçlanmadan daha önce başvurmuştur. Nitekim ilk dış borçlanmaya 1930 yılında başvurulmuştur.

1930’da ‘İktisadi Cihazlanma’ amacıyla ABD’den 10 milyon dolarlık borç alınmıştır. İkinci Dünya Savaşı döneminde de bazı yeni dış borçlanmalara gidilmiştir. 1947’de IMF üye olan ülkemiz 1958 yılında ilk borçlanmasını yapmıştır.

Osmanlı’nın büyük batağını ödeyebilen genç Cumhuriyetin elbette geleceğinin de başa geçenlerin günahı da sevabı da çok vardır.

Atatürk’ün hastalanması, ölümüyle başlayan süreç ve sonrasında yapılan hatalar silsilesi bir şekilde ülkeyi yeniden dış borçlara bulaştırmıştır.

Elbette bu borçlanmaların savaş zamanlarına denk gelmesi, ekonomik krizler ve Osmanlının borç batağının neden olduğunu bilmeliyiz.

Neden ne olursa olsun geldiğimiz bugüne bir bakalım.

  • IMF’e borç yok ama dış borç çok
  • Bankaların neredeyse hepsi yabancı sermayeli veya yabancı ortaklı
  • Ülkedeki ağır sanayi yabancıların elinde
  • İletişimin %90’ı yabancıların.

Bu örnekler sayılır gider. Kapitülasyonlar yeniden gelmiş ve ülke hiç de öyle IMF’e borç kalmadı diyerek refah gösterilecek kadar iyi değil.

 

Fedai Çakır

11 Temmuz 2014, İstanbul