İlk okul dördüncü sınıftaydım, fırfırlı eteği, iki örgülü saçları ile S.S’ye hepimiz aşıktık. Aynı gecekondu mahallesin de oturuyorduk ama o gecekondular için de açmış bir sümbül çiçeği gibiydi.
Güzel bir ailem vardı. Bizleri çok seven Anneye, Babaya sahiptim. Bu sonradan öğrendiğime göre çok önemliymiş meğer. O anne ve babanın verdiği sevgiyi bu gün kendi oğluma, beraber yaşadığım kedime ve hayatıma giren kadınlara veriyorum. Bu sevgiden hiç pişman olanını da göremedim daha. Sevmek, sevilmek güzel şey elbette.
S.S’nin o ufak bedeni benim ufak bedenimde büyük ruhsal olaylara sebebiyet vermiş ve gecekondumuzun bahçesin de bulunan koca gövdeli ağaca kalp içinde işlenmişti. S.F diye harfleri. İşte onun hiç bilmediği bu masum aşk sonrasında orta okul sıralarında ve lise sıralarında da devam etti. Tek farklı kızlar farklı olmasıydı tabi. Ortak olan nokta ise aşklar hep masumdu.
Sonra seks girdi devreye ve masumiyetten çok bedensel bağlanmalar seviştiğinkadına/erkeğe aşık olmalar başladı ruhlarımızda. Elbette sevişmekseks güzel şeydi ama aşk’ın var oluş nedeni olan masumiyeti de alıp götürdü beraberin de. Bu nedenle her daim savunurum aşk: ilk tanışma ve sevişene kadar geçen flört dönemidir diye.
Aşk’ı tarif etmeye kalkar isek uzar gider elbet bu yazı ve çıkılmaz bir hal alır ortam. Her insanın kendine göre bir aşk tarifi var elbette.
Yaş ilerledikçe seksler yaşanmaya, ilişkiler koşar adım tüketilmeye başlandığın da rastlanan mucizevi aşklar da olmuyor değil elbet. Bunlar genelde olamama üzerine kurulu aşklar oluyor elbette.
Mucizevi aşklar diyorum çünkü genellikle sona varmayan aşklar oluyor bunlar. Erkek ve kadın arasında toplum baskısında uçurum olacak yaş farkı olan aşklar bunlar.
Erkek: vücudunun ve ruhunun doruklarına vardığı dönemlerdir kırklarını geçmiş bir çok kadını kızı kendine çekebilecek olgunluktadır. Tip olarak da karizma denen olguya oturmuş bir vücuda sahiptir artık.
Kadın: Ateş ateş yanan kocaman gözler, aşk kokan bakışlar, esmer bir ten ve saçlar.
Hangi erkek buna hayır diyebilir karşı koyabilir. İşte mucizevi aşk başlar muhtemelen sonu olmayacak ama yaşanmadan da olamayacak aşktır bu.
İki beden, iki insan… Aşkâ davet edilen yaşam… Tamam olamayan aşk….
Ben pek anlatamadım, Bir de Aziz Nesinden dinleyin.
Hakkını haklıya vermek bizlere aile içinde öğretilen bir ahlaki görevdir.
Rahmetli Özal’ın “… benim memurum işini bilir” kelimeleriyle ülkenin ahlak anlayışı hızla değişmeye başladığını üzülerek gözlemledim.
Rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma o günden bu yana Türk milletinin ahlaksızlık manasından çıkarılıp işini bilir oldu ve normalleştirildi.
Adaletin yerini bulmaması Cumhuriyetin kurulduğundan bu yana devam etmektedir. Maalesef insanlarımız kanunlara, devlete, savcısına, hakimine, avukatına tam olarak güvenip adalet bu ülkede vardır diyemedi/diyemiyor da.
Aslında Hakkını haklıya vermek adalet duygusu ile insanın vicdani bir yanı olması gerekmektedir.
O kadar çok hakkını haklıya verilmediğine şahit oluyoruz ki ben bu yazımda sadece birini anlatacağım.
Ben Orta okul ve Lise yıllarımı Haliç sahilinde olan Eyüp Lisesin de geçirdim. Eyüp Lisesinden mezun olmak benim gibi Eyüplü olanlar için bir onur duyulan hadisedir.
Her ne kadar onur duysak da bizim okuduğumuz dönemlerde Haliç balçıklarla dolmuş ve ağır bir pis koku yayıyordu. Okulda okuyan biz öğrenciler için bunun nasıl bir duygu olabileceğini varın siz karar verin.
Aradan geçen yıllarla 12 Eylül Olmuş ve tek parti olarak Ana Vatan Partisi lideri Turgut Özal başbakan olmuş, İstanbul Belediye başkanı olarak da 1984 yılın da Bedrettin Dalan seçilmiş di.
1984 yılın da Haliç karşılıklı iki sahili de Türkiye’nin sanayisini taşımaktaydı. Sahile sıfır olan bu fabrikalar tüm atıklarını Haliç’e boşaltmak da, ayrıca koca İstanbul’un lağım suları da buraya akmaktaydı. Anlayacağınız iki uçu boklu değnek durumundaydı.
Bedrettin Dalan ve ekibi tabi ki Başbakan Özal’ın da destekleri ile Haliç’in iki yanı askeri Taşkızak Tersane ve Haliç Tersanesinin arazileri hariç tamamen istimlak edilip yıkıldı. O günkü ülkenin mali kaynakları, inşaat sektörünün de geldiği noktayı düşünürseniz bu olay çok zor ve başarılması zor gibiydi. Birde bunlara fabrika sahiplerinin siyasi baskılarını da unutmamak gerek.
Gözlerimle şahit olduğum bu olay gerçekten İstanbul için yapılan en büyük hizmetti. Tabi bu yıkımları yaparken başka bir sorunu da aşmak zorundaydılar. Lağım suyunun arıtılması ve İstanbul’un olmayan alt yapısının yapılaması da gerekmekteydi.
İstanbul belediyesi bir taraftan İstanbul da alt yapı seferberliğine başlamış bir taraftan da haliç kenarında ki tüm binaları yıkmaya başlamıştı. Kısa sürede Lağım sularının bir çoğu arıtma tesislerine bağlandı ve temizlenip Marmara denizin ortasına basılmaya başlandı. Ancak hala yetersizdi.
Büyük bir iş başarılmış ve Haliç’in iki yanı yeşil alanlara kavuşturtmuştur. 1986 Yılında Özal ile çatışmaya girmesiyle Belediye başkanlığı koltuğunu bırakmak zorunda kalan Dalan’ın Perşembe Pazarını kaldırmaya yetmemiş burası o şekilde kalmıştır. Halbuki burayı kaldırmak için Okmeydanın da Perpa iş merkezini kurdurtmuştu.
Nurettin Sözen’in döneminde haliç sahilindeki ve denizde ki çalışmalar yavaşlamış bu dönem İstanbul’da susuzluk, İSKİ skandalı ve sokaklarda çöplerin toplanamaması olarak hafızlara yer etmiştir.
27 Mart 1994 seçimlerinde Recep Tayip Erdoğan belediye başkanı seçilmiş ve Belediyecilik de yeni bir anlayış ve örgütlenmeyle çalışmaya başlamıştır. Bu dönemde arıtma testileri artırıldı ve en önemlisi Haliç Zemininde bulunan balçık eskiden Taşocağı olan Alibeyköy yolunda ki alana borularla basıldı. Bu gerçekten taktir edilecek bir hizmetti bu saya de zemin de balçık hemen hemen kalmadı diyebiliriz.
Devlette devamlılık esasına göre bundan sonra gelen belediyelerde bir takım çalışmalar da bulundu. Karadeniz’den suların basılması da bunlara birer örnektir.
Bu yazıyı Eyüp Belediyesi’nin “Tarihten günümüze “Bir Masal Denizi Haliç” belgeseli…” izledikten sonra yazmaya karar verdim. Belgeseli izlediğinizde yaratılan algı Haliç’in temizlenmesi Recep Tayip Erdoğan tarafından yapıldığı ağlısı yaratılmıştır. Halbuki devlette devamlılık la yapılan hizmetler elbette vardır fakat bu projenin asıl Kahramanı Bedrettin Dalan’dır. Hakkı hakkı olana vermek gerektiğini düşünmekteyim.
Bunun yanı sıra AKP idaresinde Haliç’de sahil kenarın da yapılaşmalar yapılmış ve tam tersine gördüğümüz yeşil alanlar birer birer yok edilmektedir.
Bu gün yeşil alan olması beklenirken ABD’li bir firmaya AVM, eğlence merkezi olarak yapılan Vailand’ın bulunduğu alan Haliç’in balçıkları ile doldurulmuştur. Burasının büyük bir Bölge parkı olması ne büyük kazanç olurdu.
Feshane’de etkinlikler yapılsın diye etrafında ağaçlar ve çimlerle dolu alan otopark haline çevrilmiş ve İspark verilmiştir. Tüm Eyüplüler bilir ki burası Eyüp iskelesine kadar yeşil alan olarak kullanılıyordu.
Haliç Sosyal Tesisleri diye sahile bir bina yapılıp yeme içme yeri haline getirilmiştir. Yine Eyüp Hastanesinin oraya varlığı çok eskilerde varmış diye bir konak diktiler. Bu iki bina insanlarının sahil ile olan yürüyüş alanlarını da kapattı haliyle. Hele sütlüce tarafı Dalan zamanın da da tam el atılmamış dı o alan tamamen sahil neredeyse kafeler, vs şekilde sahil işgal edilmiş durumda.
Yazıyı bitirmeden bir not düşmek isterim. Bedrettin Dalan’ı belediye başkanlığından tanımış ve kişisel olarak sevmediğim bir yapısı vardır lakin hakkı haklısına vermek için bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum. Ayrıca bu yazdıklarımın canlı şahitlerinden biri de hem mahalle arkadaşım, hem de Eyüp Lisesinden arkadaşım olan Eyüp Belediye Başkanı Remzi Aydındır. Umarım bu yazı sayın başkan’ın hafızasını tazeler. Belgeseli izlemek isteyen için link aşağıdadır.
Arayış içindeydi bir çok kadın ve arayışlar içinde yaşanan bir çok hatalar, hayal kırıklıkları.
Aldatma insanoğlunun var olduğu dönemden bu yana süre gelen bir olgudur. Elbette ilk başlar da buna aldatma demek çok da doğru olmaz. Netice de hayvanlar gibi üreme iç güdü ile kadınerkekler birbirleriyle oluyorlardı. Belki de bu açıdan bakılsaydı ilişkilere “aldatma” kelimesi hiç var olmayabilirdi de.
Aldatan kadınları yazmak için yola çıktığımda bir çok kadın benimle konuşmaya talip oldu bende iki yıldır röportajlar yapıyor yeni yeni kadınlarla konuşuyorum.
İşte ilk tespitim. Arayış..
Kadınları hatalara, hayal kırıklıklara sürükleyen olgulardan biri kadının arayış içinde olmasıydı.
Sevilme arayışı,
Bir güçün bir kanadın altına girme korunma arayışı,
Bir yuva bir ev arayışı,
Baskıdan kaçış, özgürlük arayışı,
Birey olma arayışı,
Varım diyebilme arayışı,
V.s
O kadar çok ki arayışlar doyuma ulaşmamış arayışlar hayaller beklentiler. Bunlara ulaşma da erkeklerin yalandan gösterdikleri ilgi, alaka ve sevgi göstermelerine aldanmalar. Her aldanmadan sonra gerçeklerle yüzleşme ve başka bir erkek de arayışlar.
Mısralarımı okuyanlar bu yazdıklarıma şiddetle karşı da çıkabilirsiniz ama erkek kadın ayırtmadan kendimizi bir inceleyelim. Hangimiz arayış içinde olmadık. Arayışlarına biraz yaklaşmış ve bulmuş olanlara bu yazım yanlışlarla dolu gelecek bulamayanlara ise işte bu dedirtecek ama yinede arayış için hatalara, aldanışlara kanacak.
Ne güzel demiş Özdemir Asaf;
“Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; o hayat her şeye bedeldir.”
Sizinle yazışmalardan sonra beni son derece rahatsız eden bir konuya değinmek isterim. Bu güne kadar birçok okula davet edildim, 2012 yılın da ise İstanbul Mili Eğitim Müdürlüğünün konuk yazarı olarak okullara davet edildim. Buna rağmen kitaplarımın okutulmadan bir seminer verilmesi benden talep edilmedi.
Öğretmen olarak sizin derste okumanız elbette önemsiyorum. Fakat kitabımı velinin çocukları ile uyumadan önce okunmasını daha çok önemsiyorum.
Milli eğitimin Ticari olarak bakılacağından okullarda kitap satılmasının yasak olduğunu söylediniz keşke milli eğitim okullarda kitap satılmasını yasaklayana kadar bu eforunu başka konulara harcamış olsaydı.
Biz bir şeyler yazan insanlar satış ve pazarlamadan anlamayız bizler sadece yazmak ve okumaya odaklanan insanlarız, dolaysıyla benden izin alalım stant açın kitabınızı satın gibi bir yaklaşım da yazan insanları pazarlamacı, satıcı konumuna düşüren bir anlayış oluyor maalesef.
Bir öğretmen olarak sizi takdir ediyor, öğrencilerinizle bir yazarı bir araya getirme isteğinizi de olumlu buluyorum. Karşılaştığınız sıkıntıları da anlayabiliyorum. Lakin sizin de benim rahatsızlığımı anlamaya çalışmanızı rica ediyorum.
Bu yazımı lütfen idarecilerinizle ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünüzle paylaşın, gerekir ise il müdürlüğüne hatta Milli eğitim bakanlığı ile paylaşın. Paylaşın ki biz çocuklar için bir şeyler yazmaya çalışan insanların rahatsızlığını anlasınlar.
Benim kitabımın etiket fiyatı 12,50 Türk lirasıdır %20 indirimle, yani 10,00 Türk Lirasına sizin okulunuza 50 adet kitap ben göndereyim. Bu kitapların toplam fiyatı olan 500,00 Türk lirasını benim adıma Mehmetçik Vakfı İş Bankası TR950006400000142840001982 hesabına bağış olarak yatırılmasını okul olarak sağlayın. Böylece ne sizler kitap satan taciri duruma düşün nede bir yazar olarak gelişimden, çocukların kitaplarımı okuyuşundan mutluluk duyayım.
Not: Benden istediğiniz bir tek kitabı sizin adınıza kargo yaptım.
Tüm içtenliğimle öğrencilerinizin gözlerinden, siz öğretmenlerin büyük, küçük ellerinden öpüyorum.
Bu gün 24 Kasım ve Öğretmenler günü mesajları ile dolu dolu bir gün. Binlerce atanmayan öğretmen ve keşke atanmasaydı dediğim öğretmenler de var.
Çocuk kitapları yazarı olduğum için zaman zaman okullara davet ediliyorum. Hep örgencileri hem de öğretmenleri gözlemleme imkanım oluyor.
Maalesef son yıllarda eğitim sistemi baştan aşağı değiştirildi. Son Paralel yapı da bahane edilerek direnen Cumhuriyet müdürleri ve öğretmenleri de tavsiye edildi.
Artık hiçbir okulun yönetimin de Atatürk İlkelerine sadık, Cumhuriyeti savunan ve Baş öğretmen Atatürk’ü seven idareci bulmanız hemen hemen imkansız gibi bir şey.
Elbette Öğretmen olarak Direnen hala gerçek mana da öğretmen diyebileceğimiz Öğretmenlerimiz var elbette son umudumuz olarak bunlar direnmelerine devam ediyor.
Tenzili Rütbeye uğramış da olsa direnen bu öğretmenlerden bir kaçını tanıyor ve hayranlıkla sabırlarının dirençlerinin ne zaman bitecek diye gözlemliyorum. Neden bitecek diyorum, bu öğretmenlerimiz fişlenmiş ve ağır baskı altındalar.
İlk okul seviyesine Türban olayı ineli baya olmuştu lakin sıralara kadar girmesi bu sene ile mümkün oldu. Türban ve temsil ettiği anlayış öğretmenler arasın da zaten yaygınlaşmış ve prim yapmaya başlamıştı. Kadrolara bu ve buna benzeyen anlayışa sahip öğretmenlere verilmektedir. Farkında olmasınız da eğitim alanında sivil darbe yapılmış koza halinden son nokta olan kelebek haline gelmiştir. Kısaca “Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.”
Okullar ve öğretmenler kuşatma altındadır. Okullara her yazar ve yazarın kitapları girememektedir. Okullara söyleşi için giden yazarlar artık Cumhuriyet ve Atatürk diyememektedir. Der ise de bir daha davet edilmemektedir.
Geldiğimiz nokta: Tek tip eğitim almış öğretmen profili, eğitimli değil okur yazar örgenci profili.
Latin alfabe ile yetiştirilmiş kindar nesil’in Arap alfabesini öğrenmeyerek sadece Atatürk’e Latin alfabeye geçti diye küfürleri Latin alfabesiyle yazmasını üzülerek kahrolarak izlemekteyim.
Son bir not yada tavsiye niteliğinde iki kelime söyleyeyim. Lütfen çocuklarınızı eviniz de siz eğitin okur yazarlık dışında eğitimli birer fert olması için.
Yazar, Yönetmen, Televizyoncu, Gazeteci, Tiyatrocu, Yayıncı, Oyuncu, seo, Sosyal medya uzmanı, v.s. İşte….. "İNSAN" ol yeter aslında…. KEDİ BABASI… Sokak Köpekleri BAL İLE BETTY’nin dedesi