Çitçiler bilir ki nadasa bırakılan toprağın verimi bir sonraki hasatta daha çok olur.
Nadas sırasında toprağın dinlediği, kaybettiği vitaminleri, içerisinde olan bir çok karışımı geri aldığı ve yeni tohumlar toprağa saçıldığında bu tohumlara bu yenilenen güç ile can verdiği farz edilir.
Bir şeyler yazmak için zaman zaman kendimi nadasa bırakmış gibi hissettiğim çok olur. Nadas sonunda bir çırpıda yazılan mısralar, kitaplaşan satırlar olur. Tabi benim yazma nadas’ım toprak’ta olduğu kadar kısa olmuyor, birkaç yılı bulabiliyor.
Ama bu sıralar farlı bir Nadas’ta olma hallerim var.
Çok çalışıp çok üretmeme rağmen karşılığını bir türlü alamama gibi, depresyon hallerine girecek gibi yaptığım işlerden artık zevk alamama gibi, dışarı çıkıp yürümek istemekle beraber çıkmamayı tercih etmeler gibi, arkadaşlar ile buluş lak lak yapmak ile yapmamak arasında kalmalar gibi…
Bir insanın çok fazla yetenekleri olup da bir türlü bu yeteneklerinin karşılığını alamamasının verdiği nahoş duygu ile yaşamı nadas bırakmak benim ki.
Karşılığı olmayan bir çok güzel şeyleri yapabilmek, başkası için çok zor olan işleri bir çırpıda yapabilmek, zor kelimesi, olmaz kelimesini yok sayabilmek, zorlanmadan her işi yapabilmek bilinmeyenleri bir çırpıda öğrenmek benim ki.
Yaşamı Nadas’a bırakmak; karşılığı olmayan işleri yapmamak, zor işleri zorlanıyormuş gibi zaman yayarak yapmak, bilmediğin bir konuyu öğrenmeye çalışmadan yaşamak, pratik ve hızlı iş yapmadan çalışıyor olmak mı? olmalı.
Benim için Nadas, yazma sürecinde faydalı. İş yaşamında ise faydasızca yaşamak demek.
Avrupa’ya giden ilk işçi kafilesi Almanya’da tren garında alkışlarla çiçeklerle karşılanmıştı. Köyünden sevdiklerinden, eşinden, çocuklarından kopup gitmişti bu insanlar. Bir lokma ekmek ve daha iyi bir yaşam umuduyla. Umuda yolculuktu adı bunun.
Mercedes otomobillerin Türkiye’ye gelişi ve ağzı açık bu araçları izleyen geride kalanlar,
Bavullardan çıkan hediyeler. Malbora sigaralar, çocuklar için oyuncaklar, kadınlar için kıyafetler
İlk kafilenin gidişiyle başlayan akım hızla artıyor, Türkiye’de yaşayan her ailenin yurt dışında illa bir akrabası olur hale gelmişti ortam. Bir gurbetçi akrabası olmayan hemen hemen yok gibiydi.
Zaman ilerledikçe, yıllar akıp gidiyor farklı farklı düşünmeler, yaşanmalar kendini gösteriyor, ortak menfaatlerde bitiyor.
Yıllık izinden dönecek akrabaları heyecanla bekleyen, bavullarından hangi hediye çıkacak diye gelsin diye yol gözleyen, sıkıştığın da mark dolar için gurbetçi akrabalarına yanaşanlarda da değişiklikler olmaya başlamıştı.
İlk o gıpta ile bakılan Mercedes otomobillerin ikinci el olduğu ve aman ne var orada bir iki bin mark’a alıyorlar burada hava çaka atıyorlar a döndü ortam.
Maymunun da gözü açılmıştı, gurbetçilerin akrabalara verdikleri borç marklar, dolarlar’ın geri ödenmediğini / ödenmeyeceğini anlamaları uzun sürmedi. Gurbetçi ile anavatan’da kalanlar arsında bir menfaat bağı daha kopmuştu.
Gurbetçi ile geride kalanlar arasında ortak olan her şey bitmeye başlamış ve ortak menfaatlerde yok olmaya başlamıştı. Yurt dışına gitmek isteyen geride kalanların yurt dışında ki gurbetçilere yaklaşmaları da bitmişti artık, yurt dışına gitmek eskisi gibi kolay değil ve açıkçası yabancı ülkelerde istemiyorlar hatta daha önce gelip yerleşmişleri bile kovma peşindedir artık.
Gurbetçinin geride kalan köyün de kasabasında kalan yerlerin kullanımı konusunda sorunlar olmaya başlamıştır.
Türkiye’nin son 50 yılda aldığı ekonomik ve sosyal gelişmeler ile insan yapısı da çok değişmiştir.
Türkiye’de eğitim seviyesi artarken, gurbetçi çalışmaktan ana vatana para göndermek için eğitimini hep ertelemiştir.
Artık ne gurbete gidenler aynı idi nede geride kalanlar. Aynı şeylere gülmüyorlar, aynı dilden konuşmuyorlar artık.
Türkçe konuşmalarına rağmen anlaşamıyorlar da. Birde üstüne üstlük;
“Gözden ırak olan gönülden de uzak olur”’du. Oldu da.
ABD’de 17 yaşında bir genç’in okul albümü için çekindiği fotoğraf’ın hikayesini okuduğumdan beri düşünmekteyim. O genç’i ölüme götüren etken olan güç üzerine yazmak istedim. (1)
Kötü insanın yaptığı bir kötülük birden fazla kötü insanın aynı anda yapması ile çok daha kötü sonuçlar doğurduğu bir gerçektir.
Kötü olan insanlar sorgulamaz onlar yapmak istediklerini yaparlar sonucunu da düşünmezler ve kötü olmak onlar için yeterlidir. Kötü olan insan bir başka kötü olanın yaptığını sırf kötü olmak adına savunup onun eylemine katılır. Özünde vardır kötü olmak, kötü olmak mutluluk verir sanki o insana.
Kötü insan verdiği zararla ilgilenmez, incitmiş, kırmış, yıkmış, yok etmiş onun ilgi alnında değildir o sonuca değil yaptığı kötü olmanın ona verdiği haz’ı yaşamakla meşguldür.
Kötü insanın kötü olmak için hep bir bahanesi ve kötü olmak için bir haklı bir nedeni vardır, bu kötülüğe katılan başka kötü insanlarında kendilerince bir bahanesi ve nedeni vardır. Onlara sorarsan… Onlar hep iyi insanlardır.
Daha ilk okul yıllarında eğitime ilk başladığımız zamanlarda atılır kötü insanların kötü olma halleri, daha o zamanlarda başlar kötü olmanın kendilerince nedenleri.
Burnu büyük bir arkadaşına bas bağırır “Patlıcan Halil”, kalçası biraz büyük diye kız arkadaşıyla dalga geçer “koca götlü”, çok zayıf bir arkadaşının yüzüne haykırı “kankirik” diye.
Sonra biraz daha büyür insan ve acımasız olmuştur yaptığı espriler, değerlendirmeler ve kötülükler.
Büyümeyle saçları dökülmeye başlayan arkadaşına bağırır yüksek sesle “benzini Shell’den g… kelden alacaksın”, biraz göbek yapmış olan erkek arkadaşına bağırır bütün toplumun için de “kaç aylık, babası belli mi?”, Yüzünün ortasında kocaman kıllarla dolu, gözünün biri bir yana diğeri bir yana bakan arkadaşına söylenir “kız olsam bin tane ..’ım olsa birini vermem sana”…
Sonra seçilme ve seçme hakkını elde eder insan;
Fikirlerini beğenmediği / aynı inanca sahip olmadığı / ortak paydası olmadığı arkadaşına bağırır “solcu” “komünist”, “dinsiz” “Ateist” “sağcı” “faşist” “milliyetçi” “dinci” “yobaz” “türbanlı” “badem bıyık” “torba göt” “Kürt” “Türk” “Alevi” “Suni” “Şafi” …..
Çocukken başlayan bağırmalar o zamanlarda topluma ve birlikte yaşam alanımızı, huzurumuzu bozmuyordu belki ama ya şimdi? …
Üstelik artık bu bağırmalar bireysel değil toplu oluyor. Ve kötü olan kötülükler daha büyük oluyor, yıkımları da devasa oluyor. Geri dönülmeyecek yaralar açıyor toplumun iç dünyasın da.
Yunus Emre ne güzel demiş “Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var…”
Fedai Çakır
18 Ekim 2015, İstanbul
Merak edenler için hikaye: (1 ) – Amerika’da 17 yaşındaki bir genç… Dünyanın en zevkli adamı sayılmaz.Lise yıllığına bir resim koymak istiyor.Kedisini kullanıyor, 80’lerin fotoğraf stüdyolarında kullanılan lazer ışıklarını kullanıyor.Bu da birinin eline geçiyor ve tarayıp sosyal medyaya atıyor…
New York’ta yaşayan Draven Rodriguez adlı bir genç.Tek suçu farklı resim vermesi. Hayata katabildiği tek şey insanların “ehi ehi bak la herif çok komik” şeklinde eğlendirebilmek…
Bu resmi okul yönetimi yıllığa koymasına izin vermiyor.Çocuk da bunun için internetten yardım istiyor.İnsanları kendi özgürlüğüne yardım edecek kadar iyi sanıyor.İnsanları “muhafazakarlığa karşı duracak kadar iyi” sanıyor.
Ama sonra insanlığın en çirkin temsilcileri olan talk showcuların eline düşüyor resim… Jimmy Fallon ve Ellen Degeneres bu resmin üstüne gidiyor.Tabii uygun alanı bulunca internetin tüm kötüleri de buna katılıyor.
Ve sonra bir sabah ailesi çocuğunu ölü buluyor.İntihar etmiş.Bu insanlarla birlikte aynı havayı solumak istememiş belli ki…
Yazar, Yönetmen, Televizyoncu, Gazeteci, Tiyatrocu, Yayıncı, Oyuncu, seo, Sosyal medya uzmanı, v.s. İşte….. "İNSAN" ol yeter aslında…. KEDİ BABASI… Sokak Köpekleri BAL İLE BETTY’nin dedesi