Etiket arşivi: Giresun

YURT DIŞINDA YAŞAYANLAR TÜRKİYE İÇİN OY KULLANMASIN

e1fa67_b1fcaefabe204b50a14da8aa6e7de76e

Hayda nerden çık bu dediğinizi duyar oldum. Başlık biraz sert olmuş olabilir, yazının okunması ve bu konu üzerinde düşünmeye teşvik olması bakımından bu başlık önemliydi elbette.

Bir ülkenin yöntemi için oy kullanmak o ülkenin yönetiminde söz sahibi olmak demek, sizi temsil edecek partinin ürettiği siyasete bakarsınız, sizi temsil edecek liderlerin söylemlerine ve bölgenizi temsil edecek milletvekili adayının kişiliğine vs bakarsınız. Yada bakıyor olmalısınız.

Netice olarak bu parti, lider ve kişiler meclise gelip sizin yaşadığınız coğrafyayının yaşanacak yer yapmasını beklersiniz. Netice olarak onlar; sizi ekonomik, sosyal hakları olan, adaletli ve güven için de yaşayacağınız bir ülke isteğinizi yerine getirecek üç saç ayağı oluşturmaktadır. (parti, lider ve vekil)

Bu üçlünün seçilmesin de yani bizi yönetecek parti, lider ve vekillerin seçilmesin de, bu ülkeye yılda on – on beş gün gelip tatil gibi gezen insanların da söz sahibi olup oy kullanması ne kadar doğrudur.

Bu insanların bir çoğu maalesef işleri, pozisyonları, ekonomik nedenlerinden dolayı yılda bir kere bile gelemediğini de unutmak lazım.

Sosyal medyanın yaygınlaşması ile yurt dışın da yaşayan akrabalarımızın yaşamlarından ve düşünce yapılarının nasıl olduğunu yaptıkları paylaşımlardan haberdar olur olduk.

Kilometrelerce uzakta taaaa Amerika’da yaşayan kuzenlerimin yaşadığım ülkenin sorunlarından bi habersiz ülkemi eleştirmesine mi yanayım yoksa benle aynı hakka sahip olup da kendisinin yaşamadığı ama benim yaşadığım ülkenin siyasetinde söz sahibi olup benim aynı haklara sahip olmasına mı yanayım.

Birkaç yıl da Türkiye’ye izne gelen, otoban, köyünün ve kasabasının dışın da bir yer görmeyen Almanya’da yaşayan kuzenlerimin Türkiye’yi güllük gülistanlık sanmasına mı yanayım yoksa onunda bu ülkenin yönetimin de benimle aynı haklara sahip olmasına mı yanayım.

Hele Avrupa’nın özgülük dünyasın da özgürlük oksijeninden sarhoş olup benim yaşadığım toprakların da özgür, yaşanır sanan ve Türkiye üzerinde ahkam kesen bir kesimimin varlığını unutmak istiyorum.

Protesto hakkını Avrupa topraklarında özgürce kullanan Türk toplumu, Türkiye’de de bu haklarını insanların kullanıldığını sanıyor, Avrupa mahkemelerin de hakkını arayan bu toplum Türkiye’de yapılan devasa adalet sarayların da adalet var sanıyorlar. Belli elit kesimin yaşantısını anlatan dizleri EURO kanallarından izleyip bir çok insanın 400 Euro’dan aşağıda çalıştığını bilmiyor ve Türk ekonominsin süper olduğunu sanıyor.

Yurt dışın da yaşayanlar oy kullansınlar seçme ve seçilme hakları olsun. Lakin bu haklar hangi ülkede ikametgah ediyorlar ise o ülkede olsun. Çünkü onlar o ülkede yaşıyorlar ve o ülkede verecekleri oylar onların yaşamlarını doğrudan etkileyecek.

Avusturya’da sağcı ırkçı tabir edebileceğimiz bir partinin oylarının arttığı anketlerde ve bir önceki seçimlerde aldığı oy ile biliyoruz. Avusturya’da yaşayan 300 bin Türk’ün orada yaşamını doğrudan etkileyecek olan bu gelişmeye karşı orada yaşayanların duyarsız kalmayıp gidip oylarını kullanmalılar. Gelecekte orada yaşanacak olumsuzluklardan Türkiye’de yaşayanlar değil orada yaşayanlar etkilenecektir.

İşte senin verdiğin “oy” ile ben etkileniyorum, benim nasıl yaşamam gerektiğine karar verecek oylamada “oy”’u ben vereyim.

Üstelik yurt dışın da yaşayanların hepsi işçi olarak gitmemiştir, içlerinde bu ülkeye düşman kesilmiş baya bir kesim de var.

Yurt dışın da yaşayanlar oy kullansın yada kullanmasına okuyucular olarak sizler karar vereceksiniz. Yasal olarak zaten oy kullanılıyor. Sadece dikkat çekmek istedim.

Şöyle düşünün birde ben Türkiye’de İstanbul’da yaşıyorum ama aslen Giresunluyum, Giresun belediyesinin başkanı kim olacak söz sahibi olamıyorum, neden çünkü Giresun asıl yaşam yerim değil.

Yazdıklarımı doğru bulmayabilir, katılmayabilirsiniz, farklı görüşlerde olabiliriz, sizlerde fikirlerinizi söyleyin beni ikna edin yada yazıyı okunca siz ikna olun yada olmayın.

Son söz Cenap Şahabettin’in den gelsin.

Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim; kölesi değil!

 

Fedai Çakır

7 Ekim 2015, İstanbul

HAYAT HAYAT NE ACIMASIZSIN SEN BE HAYAT

e1fa67_c90df5be22794b77a8c365b39426c14f

Onun hakkın da bir çok hikaye dinledim. Hatta bir tanesini yazdığım sinema filminin için de  kullandım.

Çok eskilerde olmasa bile bize göre çok eskilerde kalan bir tarihte köyümüz de bir Talip amca varmış. Bu Talip amca geceleri katırını mezarlığa salıyor orada otlamasını sağlıyormuş. Tabi ki bunu yaparken köylülerin rızasını almadan yaparmış. Bu durumdan rahatsız olan köylüler dedeme gelip bu işe çare bulmasını istemişler.

Yüksel abim en büyük amcamın oğludur ve ilk torun olması münasebetiyle bizlerle kuzen olmasına rağmen bize hep bir amca gibi gelmiştir. Kısaca dedemin en büyük torunu olur kendisi.  Dedem yanına çağırır ve Yüksel ağabeyime Talip’in yaptıklarını söyler ve gidip söyle yapamasın der. Dedem köyün önde gelenlerinden ve bir dönem muhtarlık da yapmış bir kişi olarak bu isteği Talip amcaya iletmede kendinde hak görüyor belli ki yada köylünün o zman baskısı ile bunu iletiyor.

Yüksel ağabeyim ise kendince bir çözüm üretiyor. Beyaz bir çarşaf alarak mezarlardan birinin içine yatıyor ve Talip amca katırını getirdiğinde ayağa kalkıyor. Olayı hayallerinizi de canlandırmanız için şöyle bir mizansen çizeyim size.  Olayın olduğu yer Karadeniz’in yüksek dağlık köylerinden biri, araç yolu yok, elektrik yok yarı ilkel yaşanan bir dönem ve ormanlık zifiri karanlık bir mezarlık.

Yüksel ağabeyimi mezarlıkta çarşafta gören Talip amca koşarak evinin yolunu tutar ve kapıya vurmaya başlar ‘Havva aç, Havva aç, hortlak hortlak’

Rivayete göre o günden sonra ise o günden sonra mezarlıkta bir daha katır otlatan olmamış.

Geyik Gölü  diye bir yer vardır. Benim yeni çıkacak masal kitaplarımın konusu da burada geçer. Burası dağlık olan köyün dibinde derenin kenarı ve içinde göl olan bir yerdir. İşte burada bizim fındık bahçelerimiz vardır. Burada o tarihte fındıklar katırlarla taşınır ve çok meşagatlı bir işlem olan bu iş günde üç dört kez yapılırdı. Yüksel abim bir gün kalk sen katırı yüklerken kaçır katırı. Katır akıllı hayvandır evini bulur basıp gidiyor boş olarak eve.

Yukarı da bahsettiğim dedem sert mizaçlı ve biraz da gaddar çocuklarına torunlarına karşı da acımasız bir yapıya sahip. Yüksel abim katırı kaçırmışlığın korkusu ile katırın iki çuval yükünü sırtlanır ve o kadar yokuşu saatlerce taşıdığı söylenir.

Bu hikayeleri çocukken kimden dinlediğimi hatırlamıyorum bile, doğruluğunu hiç sorgulamadım, Yüksel ağabeyimi de sormadım, sormayı da düşünmüyorum. Ben bu hikayelerimle böyle mutluyum çünkü.

Orman muhafaza memuru olarak ekmeli olan bu abim, önce bir felç oldu yürümekte zorlukla geçen yıllar sonrasın da kanser denen illet ile tanıştı.

Ailemde iki amcam kanser tedavisi görüyor ve Yüksel ağabeyimle üç kişi kanser illeti ile mücadele ediyor.

Çernobil’in etkisi olmadığını birisi bana inandırsın.

Hayat hayat ne acımazsın sen be hayat. Eritmişsin ağabeyimi be hayat.

Fedai Çakır

17 Temmuz 2015, Giresun

BİR GURBET ÖYKÜSÜ

e1fa67_387eca9f7c5b4563ad0d7389d09322c2

İstanbul’da doğum büyümeme rağmen bir yıl memleketim olan Giresun’da ilk okula gitmiştim. Bu eğitim maceram da aklımda kalan anılarımın başın da iki günde bir okulda yakmak için kar kış demeden bir dal odun götürdüğüm, sınıf da sıra arkadaşımın lakabının Patlıcan Halil olduğu, bir de sınıfın en tembeli olup en arka sıra da oturmaya mahkum olduğumdu.

Neden köyde eğitime devam etmem gerektiğini anlayamamam tembelliğimden den dolayımı yoksa hakkeden köyde ki çocuklar benden zekimiydi bilinmez. Çocuklarla tek ortak yanım çoğumuzun babası bazılarımızın anasının da Yurt dışında olduğuydu.

Ne garip bir duygudur aslında babanız ananız yaşıyorken onlardan ayrı yaşıyor olmak. Var ile yok arasında bir hayat.

Amerika Birleşik Devletlerinden de yayın yapan o ulusal kanal CNN’e bile konu olmuş bir kasabanın çocuğuymuş meğer ben.

New York’un en çok Türk nüfusuna sahip olan kasabası Yağlıdere’den çıkmış bir babanın çocuğuymuşum meğer.

CNN, New York sokakların da röportaj yapıyor ve soruyor.

– Türkiye’yi biliyor musunuz?

– çat pat bilenler çıkıyor,

– Peki İstanbul’u biliyor musunuz?

Türkiye’ye oranla İstanbul’u bilenler daha fazla elbette. Sanırım bunun nedeni Bizanslara kadar dayanan bir bilgi de olabilir.

Nüfusunun yoğun oluşuna yada o muhteşem boğaz güzelliğin den dolayı da olabilir. neden ne olursa olsun İstanbul daha çok biliniyor.

Oda ne ekranlara ilginç bir istatistik yansıyor, CNN muhabirinin de haber yapma nedeni de bu. Muhabir soruyor.

Yağlıdere’yi duydunuz mu? Nerededir?

Bilinirlik anlamında Türkiye’nin de İstanbul’un da önüne. Bazı ABD vatandaşı Türkiye’nin başkenti bile sanıyor

Yağlıdere New York’ta bilinen tanınan bir şehir olmuş bile.

Nasıl oluyor da 7 bin kişi nüfusu olan bu kasaba bu kadar tanınıyor buralar da.

Malum Kurtuluş savaşı sırasın da bir çok Rum aile Yunanistan’a, Avrupa’ya ve ya ABD’ye göç etmişler. İşte bu Rumlardan bir tanesi yıllar sonra göç ettiği Giresun’a geliyor. Yağlıdere de bir terzi ile arkadaş oluyor. Terzi bu kişiyi misafir ediyor, ağırlıyor, gezdirip, yedirip içiriyor. Sonra giderken tekrar geleceğini söylüyor geldiğinde de terziyi de Amerika’ya götüreceğini belirtiyor.

Belki bu sözler o an söylediğinde duygusallıktan söylenmiş gibi gelebiliyor ama hakkeden de geri gelip bizim terziyi de alıp Amerika’ya dönüyor.

İşte terzi ile birlikte Amerika; bizim kasaba için bir geçim kaynağı, iş alanı, yeni bir vatan oluyor. Tabi başta da New York şehri.

Söylentilere göre New York’ta on binin üzerinde Yağlıderelinin yaşadığı, Amerikan konsolosluğuna giden Yağlıdere nüfusuna kayıtlı kişilerin artık vize için ret yediği, gidenlerin geri gelmediği bahane edildiği ve kasabanın tek bankası olan Ziraat bankasının yurt dışından gelen ticari döviz girdisi dışında kalan en büyük döviz girdisi olan banka şubesi olduğu söylentiler içindedir.

Benim köyde eğitim almak zorunda kalma olayımda işte bu anlattığım hikayenin bir parçasıydı.

Her Yağlıdereli Amerika’yı görüyor, yaşamasa da illa bir kere gidiyor mantığı olsa gerek Rahmetli babamda o dönem de Amerika’ya gitmiş iki yıl kadar çalışmış. Benim çocuklarım bura da kaybolup gider deyip tekrar geri döner. Emekli olduğu döküm fabrikasında işe başlar.

Gurbet işte böyle sevdiklerinden ayrı koyan bir şey…

Gurbet gidene de arka da kalana da zor olan bir şey…

Avrupa’ya göç’ün 50. yılının kutlandığı şu günler de hadi anlat desen ne anılar ne maceralar vardır gurbetli de. Yada şöyle sonlayalım

“Her gurbetçinin kitap olabilecek bir hikayesi var aslında…”

 

Fedai Çakır,

16 Ocak 2015, İstanbul

SAKALIMDAKİ BEYAZ OLARAK YAZDIM “YÜREĞİME SENİ”

10604670_928422440514325_951723411738047221_o

Uzun zamandır üşengeçlikten dolayı sakal bırakmış bulunmaktayım. Bazen aynaya baktım mı zannederim ki kendimi Muhteşem Süleyman bazen de bakarım ki aynaya Hacı Cav Cav.

Bu sakalı kestirmeye gittiğim de yıllardır beni traş eden berberim ya hadi köye gidiyorsun yakışmış sakal ayar çekim de dursun gelince keseriz dedi.

Neyse ayarlanmış sakal ile geldim köye. Köy dedimse her gün yeni bir fıkraya malzeme olacak konuların yaşadığı Karadeniz köyü buraları.

Uçak otobüs derken kasabaya ulaştım. Ha 1984 yılında ilçe oldu ama benim için hala kasaba resmiyette ilçe olması gerçekte kasaba olarak kalmışlığını değiştirmiyor. Gündüz ışığı ile köye çıkıp bir an önce evin temizliğini yapıp yerleşme telaşındayım. Köye giden ilk minibüse bindim.

Minibüste beni sakallarımdan dolayı tanımayan köylülerime köye atanan yeni imam odlumu söyleyip sonrasında baktım ki inananlar var gerçeği açıklayarak köye vardı.

Köyde de benim bu sakal muhabbetim bir türlü bitmedi. Erkek muhabbetlerin de sadece pamuk işine bakan imam olduğum gibi geyik muhabbetler aldı başını gitti.

Bayram ile köye gurbetten akın akın kuzenlerim ve akrabalarım gelecek onların gelişiyle şenlenecek olan köyümüz benim için ayrı bir güzellik de olacak.

Köye erken gelmenin keyfi ile köyde son kale olarak kalan iki amcamla bol bol sohbet etme imkanı buluyorum. Küçük amcam bağırsak ve ciğer kanserini yenmiş ama zaman zaman mücadelesi devam etmektedir. Lakin büyük amcam adını Bayramlardan alan amcam Bayram amcam bu güne kadar pek hastalıkla mücadele etmemiş biri.

Evden çıkıp ağaçlarla kaplı yoldan aşasıya doğru süzülüyorum. Önümde zar zor yürüyen dört ihtiyar biri benim Mustafa amcam diğeri ise Ayşe Halam, yanlarında da köyden iki ihtiyar. Onlara yetişiyorum. Hayırdır diyorum Mezarlık ziyaretine gidiyorlarmış. Aslında Bayram için de mezarlıkları temizleyecekler. Kimisi babasının, annesinin mezarlığını kimisi kardeşlerinin mezarlığını. Yanlarından uzaklaşıp Mezarlığın hemen altında ki Bayram amcamın kapısından hooop (bizde kapı çalmadan çok hop der bağırır eve dalarsın evler zaten kilitlenmez) diyerek bağırıp içeri daldım.

Bayram açmam ile yengem kuzinenin başında oturuyorlar yeni yemek yemişler. Bana aç olup olmadığımı sordular sonrasında öğreniyorum ki Amcam hastaneden yeni eve girmiş.

Yeğen diyerek başlıyor sözlerine “bu gün 5 tane serum yedim 2 si kocamandı diğer ikisi  ise nispeten daha ufak dı. Kan da bir şeyler düşmüş dediler bastılar serumu bana bu gün…”

 Bana tahlilleri gösteriyor.

“… ben anlamıyorum ne düşmüş ama öyle dediler…”

Elimde tahlillere bakıyorum. Gözlerim deki anlama yok oluyor anlamsızlaşıyor o an her şey benim için. Amcam ise bana sataşmaya başlıyor.

“… ne o sakallar öyle, kes heri onları…” gülüyorum gözlerine bakarak. Çakmak çakmak çakır gözleri vardır amcamın.

Kafasından bir tutam saçı pat diye alıp masanın üstüne koyuyor.

“… benim yediğim iğnelerden sana da vursak senin sakallarda dökülür bak benim saçlar gibi..”

Ah be amcam kimse sana kemoterapi gördüğünü söyleyemiyor. Zoraki bir kahkaha atıyorum. Bahane yaratıp evden çıkıyorum.

Ah be sakallarım alacağınız olsun, ben de sizi kesmez miyim…

 

Fedai Çakır

3 Eylül 2014, Giresun

BİR DEREDE BALIK OLSAYADIM

e1fa67_33427f26eb994b7c82395df9b269f06b

Karadeniz’i nasıl bilirisiniz?

Sorusuna sanırım her kes bu ülkede çok ama çok yeşil ve her yerden sular akan bir bölge der.

Bu yazıyı sizlere bir Karedeniz köyünde babadan kalma kestane ağacından yapılmış bir köy evinden yazıyorum. Hemen camdan baktığımda muhteşem bir manzara var.

Manzaramı kapatan tek çirkinlik hemen caminin yanında yapılmış üç dört katlı beton binalar.

Evimin yanı başında yine amcamın içinde yaşayamadan inşaatını bitirdiğinde vefat ettiği yine 4 katlı beton bir bina var. Hemen ilerinde daha buna benzer birçok beton binalar var.

Karedeniz halkında bir görgüsüzlük maalesef bulunmakta. Büyük şehirlerde kazanılan paralar, yurt dışında kazanılan paralar buraya beton bina olarak dönüyor. İş aş yatırım olarak değil.

Çocuk sayısına göre yapılan binalar. İki çocuğun var ise iki katlı, üç çocuk var ise üç katlı ve dört çocuğun varsa dört katlı beton binaların yapılamasında temel neden her çocuğa bir kat olsun ve benim bakın çok param var psikolojisi.

Buralarda bitmeyen birkaç konu vardır. Birinci sırada kim ne kadar kazanıyor neyi var atı arabası, binası dairesi v.s, ikinci sırada da paylaşılamayan yerlerin muhabbeti.  Az çok da siyaset konuşuluyor. Neden ise çevre ile alakalı konuşulması gereken hiçbir konu halk arasında konuşulmuyor. Tanrı buraları yaratırken diğer bölgelere göre çömer davranmış. Bu cömertliğe güvenen halkın çevre pek de umurunda değilmiş gibi. En azından haksızlık yapmamak adına birçoğunun umurunda değil diyeyim.

Peki, Karadeniz’in engin ırmaklarında, derelerinde obuzlarında bir balık olsaydım?

Taflan diye adlandırılan bir ağaç var onun meyvesini ezip derenin suyuna karıştırsanız balıklar kendilerini kenara atarlar ve küçük büyük telef olurlar, yine bu işlem Ceviz’in yeşil kabuğunu da ezip yaparsanız ve derenin suyuna karşınca gözleri yanan balıklar suyun üstüne çıkıp kenara atarlar ve telef olurlar. İşte bunlar gelebilir başınıza her an acımasız insanlar yavru büyük demeden senin gözlerini yakıp sonrada ölmene neden olabilir. Bunlarla uğraşmayan bazı inşalar ise sönmemiş kireç dökerek yapıyor bu işkenceyi. İşte insanoğlu böylesine acımazsız olabiliyor bu derelerin özgür balıklarına karşı.

Bir derede balık olsaydım sadece bunlarla da mücadele etmeyecektim ki bir gün ansızın susuz kalabilir dere yatağım.

HES denen bela ile susuz kalacaktım. Belki bilmeyenler vardır HES’ler dere yatağındaki suyu borularla kilometrelerce taşıyarak derenin yüksek kesiminden aşagı kesime inerek suyun ivme kazanması ile elektrik sağlıyorlar.  Sağladıkları enerji bilim adamları tarafından tartışıla dursun, asıl mesele o suyun borularda kaldığı kilometrelerde değişen ekoloji denge ve derelerde yaşayan canlıların yaşam hakkının olmaması. (Fotograf 1)
İnsanların egoları, kibirleri, devletin yanlış politikaları derken Kardeniz’in çömert doğasıda gün geçtikçe köşeye sıkışmaktadır. Gün gelir ne burada yaşamak isteyecek insan olasın gelir ne de derede balık olasın…

Fedai Çakır

17 Temmuz 2013 – Giresun